Dünyadaki küreselleşme olgusu bugün sadece belli büyüklükteki sermaye ya da finans gruplarını değil bütün insanlığı etkileyen ciddi ve süratli bir süreç halini aldı. Siyasi ya da ticari, resmi ya da özel hiçbir yapılanmanın bu olgudan kendini soyutlaması mümkün değil. Şirketlerin büyüme stratejileri, ülkelerin uluslararası ekonomik planlamaları bu olgudan bağımsız olarak ele alınamıyor.
Bu küresel sisteme entegrasyon ise daha geniş ve etkili bir iletişim ve işbirliği ağını gerektiriyor. Böylelikle sadece sisteme entegrasyon değil, karşılıklı etkileşim de daha sağlıklı ve etkin bir hale geliyor. Fakat küreselleşme ancak yerelleşme ile paralel geliştiği takdirde sağlıklı ve anlamlı olabilecektir.
Yerel değerlerin öne çıkarılmasının etnik, dinsel, kentsel ve ideolojik ayrılıkların güç kazanması olarak değil de insanlığın ortak arzuları doğrultusunda güç birliğine yönelik bir süreç olarak algılanması olarak düşünülmelidir. Bunu başarabildiğimiz ölçüde ortak ideallerimize ulaşmamız mümkün olacaktır.
Buna göre toplumlar birinci dalga tarıma bağlı üretimi, imparatorluklar ve feodal siyasal düzeni, toprağa bağlı üretimin dinamiklerinden kaynaklanan efendi / köle ilişkilerini ve otorite kurumlarını beraberinde getirmiştir. Tarımsal üretimin etkisinden, aile feodal nitelikte, topluca bir arada yaşayan, anne, baba ve çocukların ötesinde çok geniş bir gruptur, toplumsal ilişkiler ve örgüt yapısı cemaatçi bir niteliğe sahiptir; özdeşlik, hiyerarşik bağlılık ve sadakat toplum olmak için gerekli ve önemli yapı taşlarıdır.
İkinci dalga ile gelen sanayi üretimi, fabrikalaşmaya dayalı yeni bir düzeni inşa ederken, tarıma dayalı toplumsal yaşam biçimini değiştirmiş, fabrikanın üretim dinamiklerine dayalı olarak feodal aile parçalanmış ve günümüzde bildiğimiz haliyle “çekirdek aile” ortaya çıkmış, imparatorluklar yıkılarak yerine yeni bir siyasi yapı olan “ulus devlet” doğmuş ve bu yeni devletin “kapitalist ekonomi” için gereken siyasi ve toplumsal kurumları ortaya çıkmıştır.
Yeni devlet yapısında kimi zaman başarısız örneklerine rastlansa da teorik olarak birbirlerine bağlı ve eşit, özgür ilişkilere dayalı bir vatandaş kimliği doğmuştur. Toprağa dayalı üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanların ekonomik güç olma özelliğini elinden alan sanayileşme ve fabrika üretimi, yeni mülkiyet egemenlerini, sermayeyi, kentleri ve kent yaşam biçimine dayalı yeni kültürleri doğururken, beraberinde birçok sorunu, eşitsiz üretim ilişkilerini ve insanlık için acı bir tarihsel kesiti de ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda gelişen bu dönemsel süreçler Afrika’nın aleyhine olmuş ve en büyük darbeyi almasına sebep olmuş ve böylece küresel dünyada sömürülmekten kurtulamamış ve geri bırakılmasına sebep olmuştur.
Dünyanın Yeni Bir Dalga İle Karşı Karşıya Kaldığı Bu Dönemde “Dijital Ekonomi”
Bilgi çağı olarak adlandırılan yeni dönemde “kağıtsız ofis” gerçekleşecek, üretim kol, kas ve makine gücünden beyin gücüne doğru yönelim geçirecek, müşteri odaklı piyasa güçlenirken, pazarlama ve iletişim odaklı işletmeler, insan odaklı toplumsal yapılar ve devletler güçlenecek, coğrafi ya da zihinsel her tür sınır ortadan kalkacak ya da silikleşecek, yeni zengin sınıf küresel piyasa ve gelişmeleri yakından okuyan, dijital fırsatları geliştirebilenler olacaktır.
İnsanlık yeniden sosyal değerlerini üretirken, eskinin devletleri, toplumsal kurumlar, şirketler gelişen yeni sosyal piyasa yapısı içinde değişim geçirmektedir. Peşine ‘’endüstri 4’’ ile farklı evrelere yolculuk her şeyi silip süpürecektir. Afrika ülkeleri de bu süreci ve süreçleri kaçırmamak için yeni açılımlar ve stratejiler yapmak zorundalar yoksa büyüme ve söz sahibi olma durumları başka bir bahara kalacaktır.
Bu noktada Afrikalı liderler bu döngüyü kırmak ve yeni değişim çağında geri kalmamak için mücadele vermeye başlamışlardır. Özellikle Türk STK’larının ve iş insanlarının sürece katkısı ve etkisi son derece önemlidir. Fas ve Afrika’lı Sanayici Türk İşadamları Derneği (FASTİAD) AHİ İŞ KONSEYİ (AHİKON) olarak bizler, TDBB, TİKA, DEİK ve benzeri kuruluşların desteklenmesi hem küreselleşme sürecinin takibi ve sağlıklı bir uyum süreci için stratejik değerdedir. Böylece her rengin kendi sınırları içerisinde varlığını sürdürdüğü değil, uyum ve işbirliği ile renkler kombinasyonundan oluşan bir “birlikte yaşam” tablosuna ulaşılabilir. Bu hem birey hem de toplum olarak günümüze ve geleceğimize dönük temel sorumluluğumuz olmalıdır.